DOĞUDA ÇOCUK OLMAK
Doğunun tozu, toprağı, karı ve çamurunda geçti çocukluğum.
Kışın o sisli gecenin ardından yağan kar ve sabahın erken saatlerinde başlayan gün… Doğuda çocuk olmak karla,kışla erken tanışmaktı.
Küçükken ne çok kar yağardı şehrimize. Şehrimize ve dünyaya ne çok kar yağardı. Ansızın kaplayıverirdi her yeri ve çocukluğumda kar-kış sabahın ışıltısı olurdu. Kışın karda yürür, karda oynar, karda giderdik okula. Karda büyüdük. Mizacımızın sertliği, yüzümüzün solgunluğu bundandır belki de. Soğuk kış gecelerinde nasılsın selamı ne sıcak gelirdi. Kar ufkumuzu açar, sonsuzluğa bakardık hep. Saf duruşumuz, hayata dik dik bakmamız bundandır. Yazın sıcaktan yarılan yarıklar kışın karla dolar, yüreğimiz hüzünle; sobayı ateş alır, gözlerimizi masalla uyku. Biliyorum, bundandır selamlaşınca sıkıca kucaklaşmamız.
Kar topu oynamak hiç tat vermiyor doğuda, çünkü kar bizim için çile idi, dert idi.
Kışı çile içinde bitiren çocukluğumuzun yazı daha mı güzel dersiniz;
Güneşin doğuda erken doğması dolayısıyla sabahın erken ve uykumuzun en tatlı anında başlaması; doğuda çocukluk erken başlar ve çocuk olmak güneşle erken tanışmaktır.
Sonra,
Küçükken, kışın aksine tozlu yollarda koşar, toprakta oynardık yazın. Aslına hasretle midir, bilinmez, ama her şeyimiz çamurdandı. Yapması kolay, değiştirmesi kolay. Daha yumuşak ve anlayışlıda olurlardı. Kirlettiğinde kızmaz, oynayınca yorulmazlar, her zaman da müsait olurlardı. Parmak uçlarımız çanak çömleklerimizden önce çatlardı, ama hiç “uf” diye eve gitmedik. “Acıyo, acıyo” diye öptürmedik “uf” larımızı.
Bizde çocuk olmanın acıları kadar tatlı yönleri hiç olmadı;
Küçükken kardan adamlarımızda kartopuna tutardık nefret ettiklerimizi. Sevdiklerimize yazın çamurdan yaptığımız evlerimizde yer ayırırdık. Kardan adamlarımıza yırtık pırtık mantomuzu giydirir, çamurdan tabaklarda servis yapardık. Çamurdan ve kardandı dünyamız. Yalandı belki ama kardan adam soğuk dünyamızda sıcak bir surat, kocaman dünyamızda temiz bir yuvaydı çamurdan evimiz.
Aşk doğuda başkadır, siz onu bağıra bağıra içinize yazarsınız da, ona hiç söyleyemezsiniz. Ders ve konu sizi hiç ilgilendirmez, doğuda çocuk olmanın ayrıcalığıydı belki de okula kitapsız, deftersiz gitmek, doğuda çocuk olmak aşkla erken tanışmaktır.
Anne bağırır; çabuk ol okula geç kalacaksın! Baba; ne uyumasını biliyorsun ne kalkmasını diye kükrer. Sabahları güneşin doğuşunu bilmez ki çocuk. Hiç aydınlanmadan içi uyanır yeni bir güne. Taze bir sabah bayat bir dünün devamıdır çoğu zaman. Çoğu zaman çarpık kuralların, yasaların dayatıldığı; çocuk dünyasının tehdit edildiği bir dünyadır çocuğun sobanın etrafında mutlu olma hayali sobanın etrafında mutlu olma hayali. Yalandan uyuyor numarası ile yerde, sert zeminde üşüdüğü halde bekler; annesinin babaannesi gibi öpmesini, babasının onu kucaklayarak yatağına götürmesini. Ne çok bekler çocuk annesinin saçlarını şefkatle okşamasını, ne çok ister babasına artık büyüdüğünü söyleyebilmeyi.
Her gün aynı saatlerde başlar bir mukayese; benim babam beni çok sever diye. Hayır der öbürü; bir kere benim babam beni daha çok sever. Bir daha çok sevilme ispatının yarışmasıdır çocuklar arasında. Her çocuk kendi anne, babasının en sevgili anne, baba olduğunu ispatlamaya çalışır. Ötekilerin sevgi kanıtlarını gördükçe içini bir ürperti alır. Başkalarının ebeveynleri çocuklarını daha çok mu seviyor acaba?
Salonun yeni halısını kirlettiğinde ne çok kızmıştı babası. Ama olsun, arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer nereden bileceklerdi babasının yeni halıyı kendisinden daha çok sevdiğini. Babasının her işi önemseyip, buzağıyı “yavrum” diye sevişine ne çok üzülmüştü.
En sevimli hallerini takınarak annesi ile oynamak isteyişinde annesinin “yorgunum” demesinden hiç alınmaz, bir daha, bir daha meşgul ederdi annesini yorgun iken. Yorgunluk nasıl bir şey acaba? Bazen elinde oyuncağı ile uykuya daldığında babaannesi “nasıl yorulmuş yavrucak, uykunun gül kokulu kolları sarsın seni” diyerek bir öpücük konduruverirdi alnına. Uyumak gül kokulu kollara sarılmaksa annesi neden hiç uyumuyordu ki? Halen anlayamadığım küçüklüğümde; anneanneler, büyükbabalar neden daha çok severlerdi çocukları annelerinden, babalarından?
“Demedim mi” der öğretmeni çocuğun. “Söyle, bunları hep sana ben demedim mi?” demişti öğretmen, ama hep de unutur çocuk öğretmen ondan hatırlamasını istediğinde. Üstüne küçük gelen elbiselerinin içine sinmiş, kapının ününde kendi kendine sokulup dururdu çocuk. Sıcak bir ekmek buğusudur öğretmen gülümsemesi o an. “Hatalıyım, özür dilerim” beklentisi elbet ütopik bir hayaldir kapının ününde bekleyen çocuk için. “Sana güveniyorum, yapabilirsin” olağan beklentisi neler demektir çocuk için kim bilir? Biraz sevimli görünse itibarını ve otoritesini mi kaybedeceğini düşünüyordu acaba öğretmenler küçükken?
Büyükler uyarılmayı hiç sevmedikleri halde ne çok uyarırlar çocukları. Ne kadar çok uyarırsa ve ne kadar çok söylerse o kadar iyi ve mükemmel büyükler olacaklarını düşünürler. Oysa hiç hoşlanmaz uyarılmaktan çocuk. Büyüklerin tecrübeleri çoğunlukla masalımsı bir anlatıdan öteye gitmez çocuk için. Çünkü yaşamak ve denemek varken denenmiş ve yaşanmış anıları dinlemeyi, yeni hayatlar yaşamayı kim ister? Küçükken öğrenir, büyürken anlar insan.
Sabır ve anlayış gösterilmesi gereken çocukluklara verilen cezaların öğretisidir; cezadan kurtulmak için ne yaparsan yap.
Hayat sadece yaşamak değil, yaşarken yaşatmaktır. Yani geleceğe bir şeyler taşıyarak yaşamaktır. Telaşı ve arzusunu hayatının iliklerine kadar hissedip, yaşlanmışlığına yükleyerek insanları yanında ve peşinde sürüklemektir.
Akıl edip düşündüğünde görüp, duyan tek varlık insandır. İnsan, öğrendiğinde akıllı olur. Aklın en büyük görevi de dünyayı doğru ve güzel yaşamaktır. İnsanın en büyük eseri de yaşanılan hayata değer vererek kolaylaştırıp, güzelleştirmektir. İnsan için doğru ve güzel yaşanılan hayat en büyük eserdir.
Kendime anlatamadığım yaşam serüvenimi size nasıl anlatayım, öyle düşünüyorum ki bilmenizde gerekmez. Düşünürken bildiklerim vardı, yazarken pekiştirdiklerim, yeniden anlamlandırdıklarım oldu.
SALİH KORKMAZ İLE DOĞUDA ÇOCUK OLMAK…
Paylaş